6 Mayıs 2014 Salı

Neden Gebelik Notlarını Yazıyorum?

Hamilelik Notları, bu internet sitesini yapmaya başladığımda aklımdaki başlıklardan biri değildi. Gezmeyi ve yemek yapmayı seven biri olarak, sadece bu konularda yazmayı planlamıştım. Ama zamanla gelişen durumuma göre, çok şükür “gebelik- anne olma süreci” yaşamımın bir parçası olduğundan, başka anne adaylarına (hatta meraklı baba adaylarına) fikir vermek ve yaşadıklarımı paylaşmak istedim.


Biliyorum ki, gebelik mucizevi bir olay ve herkesin yaşadığı “gebelik serüveni” birbirinden farklı. Dolayısıyla özellikle belirtmek isterim ki, burada yazılanlar “kesin tıbbi gerçekler”, “tıbbi zorunluluklar, tavsiyeler ve olması gerekenler” değil. En ufak tereddütünüzde yapmanız gereken; internet, eş-dost tavsiyeleri yerine doktorunuzu aramak, en sağlıklı bilgiyi ondan almak ve gebeliğinizi-bebeğinizi, kimseninki ile kıyaslamamak. Ben, elimden geldiği kadar bunu yapmaya ve gönlümü ferah tutmaya çalışıyorum. Neticede sadece “gebeyiz”, “hasta” değiliz.

Umarım, bu notları okuyan tüm anne/baba adayları; yavrularını gününde, sağlık ve mutlulukla kucaklarına alırlar.

O zaman, yavaş yavaş ilk üç ayın notları ile başlamak lazım....

Çocuklarla Tavşan Maskesi Yapımı



 Defne bir gün yuvadan, ördek maskesiyle gelip tüm haftayı onunla oynayarak geçirdiğinde, yeni bir maske yapmaya karar verdik. Temayı Defne belirledi, "tavşan maskesi yapalım". Bu gayet amatörce tavşan maskesini yapalı hayli zaman oldu aslında.
Evdeki temiz atık malzemeleri kullanarak kolayca yapabilirsiniz, şekli, kesimi tamamen yeteneğinize, hayal gücünüze kalmış. Biz beyaz bir kartonu tavşan yüzü şeklinde kestik, göz çukurlarını açtık. Pembe el işi kağıdından burun kestik, yapıştırdık. Bir başka kartondan kulaklar ve bayağı kalınca bir kutudan da şerit halinde sap kestik ki, Defne maskeyi rahatça yüzüne tutsun. Tavşanın yüzüne de pamuk yapıştırdık.
Defne 3 yaş, 3 aylık. Makas kullanmayı bilmekle birlikte, şekilleri düzgün kesemiyor, bu yüzden kesme işi bana, yapıştırma işi Defne'ye ait oldu.

12 Yıllık Esaret

Geçtiğimiz haftasonu seyrettiğimiz bu film, Solomon Northup'ın 1853 yılında yazdığı ve kendi hikayesini anlattığı romandan uyarlanmış. Northup, ABD'nin kuzeyinde yaşayan özgür bir insanken, kaçırılarak köle yapılmış ve 12 yıl boyunca köle olarak çalıştırılmış. Film, hem bu kaçırılışı hem de köle olarak geçirilen 12 yılı anlatıyor. Etkileyici ve dokunaklı bir film.

Seyrederken bende bıraktığı his, isyan ve üzüntü oldu. Ne yazık ki aradan yüzyıldan fazla geçmiş olsa da insanoğlu, birbirine zulmetmekten vazgeçmiyor. Sanki sonsuza kadar buralardaymışçasına mücadele ediyoruz birbirimizle, oysa paylaşacağımız en fazla 70 senelik bir dönüm. Olaya böyle bakınca ne kadar trajik değil mi?

Ve ne acıdır ki, eski anlamda "kölelik" kalkmış olsa da "modern" anlayışta "kölelik" devam ediyor. Evet sırtımızda kırbaç yok, görünürde ve yasal olarak hepimiz "özgür"üz ama bu ne kadar gerçekçi?

Çalışan kesim, belli mesailerle bağlı, evet bu doğal ama emeğin karşılığı tam olarak veriliyor mu? Asgari ücretle, "asgari" standartlarda bir yaşam temin edilebiliyor mu? Anayasal haklarımız olan seyahat, eğitim, sağlık vb.lerden ne ölçüde faydalanabiliyoruz? Kısacası, sattığımız beden ve kafa gücümüz karşısında "insanca" yaşamı satın alabiliyor muyuz?

Tam tersi baktığımızda, kimimiz evinde işçi çalıştırıyor. En basitinden ve yaygın olanından, yani apartman görevlisi ya da yardımcı hanımlardan bahsediyorum. Kaçımız bu insanlara "insanca" muamele ediyoruz? "Nasılsa parasını veriyorum istediğimi yaptırırım" anlayışından uzaklaşabiliyoruz? "One life, live it" prensibine göre onların da tek bir hayatları var, ama nasıl yaşıyorlar bir de o perspektiften bakmak gerekmez mi? Hani ya bir kat üstte doğsaydı "kapıcı"nın çocuğu, evde pişen kurabiyelerden "komşu hatrı" diye götürmez miydik?


Kendimizi "o"nun yerine koyup olaya yaklaşmadığımız sürece bence "insan"lıktan da "modern"likten de çok ama çok uzağız...

Velsahıl filmi seyredin, iyi seyredin ve sadece 1850'li yılların ABD'sine odaklanmayın, çağımızı düşünün... Keyifli seyirler.

Comme Un Chef

Geçen hafta tesadüfen alıp seyrettiğimiz bu filmi çok ama çok beğendim. Beğenim, belki ağırlıklı olarak çok sevdiğim mutfakta geçiyor olmasından, belki istediğim halde ülkemin ve kendi iç gerçeklerimden olmadığım aşçılık mesleğine yoğunlaşmasından ama sanırım en çok sürükleyici ve sıcacık bir film olmasındandı.

İzlemek isteyecekler için kısaca özetlemek gerekirse, iki aşçının yollarının bir şekilde kesiştiği, birbirleriyle rekabete düştükleri ama en sonunda ortak amaç olan "lzzete ve başarıya ulaşmak yolunda" beraberce hareket etikleri ve mutlu sonla biten bir film. Yaşı daha büyük olsa Defne'ye mutlaka seyrettirebileceğim bir konusu ve mesajları var.

- Ortak çalış, dayanış.
- İşini sev ve en iyisini yapmaya çalış.
- Mesleğini bil, gelişmeye ve değişmeye her zaman açık ol.
- Nerede duracağını, mola vereceğini bil.

Daha ne olsun?

Şeytanın Yüzü

Bir film önerisi daha....

İsmini duyunca korku ya da gerilim sanmayın, değil ! 17. yüzyılda Madrid'de geçen filmde, hayli inançlı bir rahibin başına gelenler, bir nevi "şeytan"la tanışması ve yoldan çıkması anlatılıyor. Fransız filmi. Oyuncu kadrosu gayet iyi. Süresi makul, hepitopu 1,5 saat sürüyor. Hayli sürükleyici ve bence ibret verici, değişik bir film.

Merak ediyorsanız,
bu linkten ulaşabilirsiniz.

Kıyamet Günü

Korku ya da gerilim olmayan, üstelik gerçek bir hikayenin anlatıldığı bir film bu.

Konusu; 2004 Tsunami felaketinde bir ailenin yaşadıkları. Oyuncu kadrosu iyi. Süresi uzun, 2 saatten fazla sürüyor. Ama o kadar sürükleyici ki resmen kilitlenip kalıyorsunuz karşısında. Hikayenin gerçek olduğunu bilmek insanı değişik bir ruh haline sokuyor ama benden tüyo, güzel bitiyor :)

Son Kahraman

Tesadüfen ve hızlıca aldığım bir filmin bu kadar iyi çıkacağını tahmin edemezdim. Eşim de ben de çok beğendik, uzun değil, hepitopu 2 saat. İsterseniz bizim gibi, ikiye bölüp iki akşamda seyredebilirsiniz.

Gelelim konusuna; film, gerçek bir hikaye; John Rabe'nin, ikinci dünya savaşı sırasında Çin'in Nanking şehrinde 200.000 insanın hayatını nasıl kurtardığı, bir nevi "Schindler's List" gibi düşünebilirsiniz.

Filmi seyrederken, bir kez daha "savaş"ı gördük. Hiç bilmediğimiz savaşın gerçeklerini, acımasızlığını, insanın "insan"lıktan nasıl uzaklaştığını, içindeki canavarı nasıl ortaya çıkardığını.... ve günümüzde halen süren savaşları düşünerek içimiz buruldu. Kim bilir, yıllar sonra belki bunların da filmleri çekilecek, yeni nesiller barış içindeki bizlerin neden savaşları durdurmak için birşeyler yapmadığımızı soracaklar kendilerine ve fark edecekler ki, onların da zamanında savaşlar var ve hiçbir şey yapamıyorlar engel olmak için.

"İnsan insanın kurdudur" derler ya, ben çok doğru bulurum bu sözü. İnsan kadar doyumsuz varlık yoktur, insan kadar kendini üstün gören, daima en fazlasını, ihtiyaçlarından bile fazlasını isteyen, hep hakim ve egemen olmak isteyen.. işte bu yüzden bitmeyecek savaşlar ve en çok acıyı çocuklar çekecek, hiç hak etmedikleri halde.

John Rabe'yi, Japonya'nın Çin'i işgal ettiğini, ikinci dünya savaşının bu uzak coğrafyasında bile acıların ortak olduğunu filmin sayesinde öğrendim.

John Rabe'nin hayatının en trajik yanı 1950'de sefalet içinde ölmüş olması, bu kısım filmde anlatılmıyor. Ve Nanking halkı onun için para topluyor, her ay taa Almanya'ya erzak gönderiyor, ama tabii yeterli gelmiyor tüm bu yapılanlar. John Rabe'nin daha detaylı hayat hikayesini Vikipedi'nin İngilizce sayfasında bulabilirsiniz.   (maalesef Türkçesinden daha zengin).